“A child weaned on poison considers harm a comfort.”
Gillian Flynn
Dikkat: Baştan spoiler uyarısı veriyorum. Hikâyenin sürprizlerine değineceğim. Ek olarak, konunun içeriğinin hassasiyeti nedeniyle geçmişte yaşanmış olumsuz deneyimleri hatırlatma uyarısı niyetiyle trigger warning de diyerek söze başlıyorum.
Gillian Flynn’in 2006 yılında yayınlanan ilk romanı Sharp Objects, 2018 yılında HBO mini dizisi olarak uyarlandı. Dizinin başrollerinde Amy Adams, Patricia Clarkson, Chris Messina, Eliza Scanlen gibi isimler var. Diziyi Jean-Marc Vallée yönetip kurguluyor. Ki, dizi bence en çok kurgusuyla dikkat çekiyor. Buna ilerleyen bölümlerde detaylı değineceğim.
Hikaye, merkezindeki cinayetlerin gizemine eşlik eden travma, travma sonrası stres bozukluğu, işlevsiz aile yapısı, aile içi şiddet, kendini yaralama gibi ana temalar eşliğinde işleniyor. Böylece öykü, bizi bir şiddet döngüsüne ortak ediyor.
St. Louis şehrinde suç muhabirliği yapan Camille Preaker, editörü tarafından iki genç kızın cinayetleri üzerine haber yapması için memleketi Wind Gap kasabasına yollanıyor. Bu geri dönüş, cinayetlerin çözümü ile beraber Camille’i kendi geçmişi ve iç sıkıntılarıyla yüzleşip baş etmeye zorluyor.
Hikâyenin tamamının üzerinden geçmektense ben bugün burada Camille Preaker ve Adora Crellin karakterlerinin ilişkisi üzerine odaklanacağım.
Öncesinde de biraz travma ve travma sonrası stres bozukluğundan bahsedeceğim. Dizinin kurgusu da zaten bu deneyimleri göstermede çok başarılı olduğu için dikkat çekici düzeyde etkileyiciydi.
Ekrandaki travmanın anlatımına üç nokta üzerinden bakabiliriz. İlk olarak olayın kendisi, bir ya da birden fazla kez mağdura gerçekleştirilen ya da gerçekleşme tehdidi bulunan zararın yaşanması. İkincisi deneyimlenmesi, yani mağdurun olayı kendi algılayışı, son olarak da olayın ve deneyimin mağdur üzerinde yarattığı etkisi.
Aynı zamanda ekranda travma sonrası stres bozukluğu belirtilerini de görüyoruz. Camille’in deneyimlediği, davetsiz düşünceler şeklinde ilk olarak karşımıza çıkıyorlar. Travmatik olayların tekrarlanan hatıralarını izliyoruz. Yaşanmış olaylar, ezici bir duygusal ağırlıkla üstüne çöküyor adeta. Böylece geçmişi, sürekli olarak şimdiki zamanında yeniden canlanıyor. Bu hatırlatmalar kaçınma davranışlarına dönüşüyor. Yeniden deneyimleme korkusuyla herhangi bir potansiyel tetikleyiciden korunmak için elinden geleni yapıyor. Fakat bilinçli olarak kaçtıkları rüya ve kâbuslarında savunmalarını aşarak gün yüzüne çıkıyor ve yaşananları ve yaşanabilecekleri ona yine de hatırlatmayı başarıyor. Bunların sonucunda ruh halinde ve bilişinde olumsuz duygu ve düşünceler gerçekleşiyor.
“Whenever I’m here, I feel like a bad person.”
Camille Preaker
Adora Crellin
Wind Gap kasabasının ekonomisi domuz çiftçiliği ve kesim sanayisi üzerine kurulmuş. Adora bu varlıklı kurucu ailenin soyundan geliyor. O sebeple de, bir bakıma kasabanın sosyal dinamikleri içinde manevi leydilik gibi bir rolü var. Ailesinin Amerikan İç Savaşı yıllarına dayanan, kasaba halkının trajik olmasına rağmen kutladığı oldukça şiddetli, tecavüz ve cinayet içeren bir geçmişi var. Bu kurucu ailenin kadınları yıllardır süren kaçınılmaz bir kuşaksal şiddet döngüsü içindeler diyebiliriz. Hikâye çözüldükçe Adora’nın kasabaya kendini sunduğu özenle çizilmiş imajının, kapalı kapılar ardında yerle bir oluşuna tanık oluyoruz. İçeriye girdiğimizde, çevresindekilerin ona hayranlık duymasını isterken kimsenin kendisiyle yakınlık kurmasına izin vermeyen mesafeli, soğuk, bir o kadar da saldırgan ve istilacı bir anne ile karşılaşıyoruz.
Adora’nın anneliğine şahit oldukça onun mükemmel bir anne olarak görünme ihtiyacının, mükemmel bir anne olma isteğini fazlasıyla gölgelediğini gözlemliyoruz. Bir yandan “aşırı” ebeveynlik yaparken aynı anda da diğer çocuklarına göre özellikle Camille’i baştan sona ihmal ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü Camille’in küçüklüğünden itibaren kardeşleri Marian ve Amma’nın aksine Adora’nın ona bakmasına, yani bir başka deyişle hasta etmesine izin vermediğini görüyoruz. Bunun sonucunda da Camille’in ebeveyn sevgisini deneyimleyemeden büyüdüğünü söyleyebiliriz. Çünkü Adora anneliğini bu hasta edip iyileştirme döngüleri üzerine inşa etmiş. Çocuklarına zarar vermeden onlara şefkat de gösteremiyor. Hikâye ilerledikçe Adora’nın, öldürülen iki genç kız ile de aralarında bir “iyileştirme” ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Bu cinayetlerin gizemi çözüldükçe, Adora’nın “Munchausen by Proxy Sendromu” olduğunu anlıyoruz. Bu, aynı annesi Joya gibi Adora’nın da çocuklarını zehirlediğini öğrenmemiz ile açıklığa kavuşuyor. Hatta zamanında Camille’in kardeşi Marian’ın Adora’nın bu istismarı sonucu öldüğünü öğreniyoruz. Adora, kızının ölümünün sorumluluğunu almadığı gibi bu ölümü kabullenmiyor da.
“She just liked to hurt people.”
Alan Crellin
Camille Preaker
Adora’nın etrafındakilerin acılarından beslenen bir yapısı olduğundan bahsettik. Onun şiddet eğilimleri ne kadar benmerkezci ise, Camille’inkine de aksine özyönelimli diyebiliriz. Onu ilk gördüğümüz andan itibaren Camille’in kendini alkol ile uyuşturduğunu biliyoruz. Memleketine geri dönmesi ile uyuşturup kaçmaya çalıştığı geçmişinin gerçekliği yeniden canlanıp şimdiki zamanında hayat buluyor. Aile evine geri döndüğü andan itibaren, yani Adora karakteri ile ilk tanıştığımız andan itibaren annesinin ona ve Camille’in bir uzantısı olarak izleyici olan bize bir yabancı, bir ziyaretçi olarak davrandığını görüyoruz. Günler geçtikçe Adora’nın Camille’in davranışlarını, kasaba içindeki hareketlerini, görüştüğü insanlarla konuştuklarını umursadığını ve kontrol etmeye çalıştığını görüyoruz. Camille’e karşı sürekli bir sorgulama, suçlama, hayatına karışma halindeyken aynı anda ruhsal ve fiziksel olarak ihmal edişine tanık oluyoruz. Çünkü ilgilendiği ve umursadığı Camille’in kendisi değil. Kızını kendinin bir uzantısı olarak gördüğü için Camille’in varlığı kendinin bir yansımasına dönüşüyor. Böylece, yine koruduğu ve önemsediği kişi kendisi oluyor. Adora, Camille’i hor gördüğünü inkâr etmiyor ve bunu açıkça yüzüne de söylüyor. Fakat bu farkındalık halinin Camille’e yine faydasından çok zararı oluyor diyebiliriz. Çünkü Adora, tüm kabahatleri ve hataları ile kurduğu ilişki gibi bu rencide edişlerinin de sorumluluğunu üstlenmiyor. Camille böylece, inatçılığıyla babasına çekmiş, “kötü” bir çocuk olarak damgalanıyor.
Camille bu durumda, sürekli olarak etrafını memnun etmesi beklenerek tatmin edilmesi imkansız ve zehirli bir ev ortamında büyüyor. Bu ortam, öfkesini içselleştirerek kendine yönelttiği ve kendine zarar verme davranışları geliştirdiği bir döngüyü doğuruyor. Ergenlikten itibaren, annesinin de ağzından duyduğumuz belirli kelimeleri yazarak vücudunu kestiğini öğreniyoruz. Kesme davranışı ile kendine karşı hem saldırgan hem mağdur rolünü üstlenmiş oluyor. Kesmek, yaralanmanın yanında aynı zamanda iyileşmeyi de içeriyor. Yaraların gözle görülebilir bir şekilde bedeninde cisimleşmesi, içinde arındırıcı bir döngü doğuruyor. İncin, acı çek, iyileş… İncin, acı çek, iyileş… Tek bir bedende hayat bulmuş dönüp duran bir şiddet üçlemesi. Dünyanın en yalnız eylemlerinden biri olsa gerek. Camille de işin doğası gereği yalnız bir insan olarak çıkıyor karşımıza. İzleyici olarak biz de onunla beraber bu döngü içine çekiliyoruz. Camille’in geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği nemli bir boğuculukla üstümüze kapanıyor.
Annesi ile kurulan güvensiz bağın sonucunda Camille’in, kendini sevilmeye değer görmeyen bir yetişkin olarak günümüze geldiğini görüyoruz. Bağlanma travmalarının büyük çoğunluğu da, Adora’nın davranışlarının sonucunda oluşuyor. Oysa Camille yüzyılı aşkın süredir ailesinin içinde bulunduğu bu nesilsel travmanın farkında ve tüm gücüyle bunun kurbanı olmamak için çabalıyor.
“Am I good at caring for Amma, because of kindness? Or, do I like caring for Amma because, I have Adora’s sickness? I waver between the two. Especially, at night when my skin begins to pulse. Lately, I’ve been leaning toward kindness.”
Camille Preaker
Amma Crellin
Burada derinine girmeyecek de olsam bir parça Amma’dan bahsetmemde fayda var. Katilin Amma olduğunu öğrenişimizle tüm perspektifimiz bir anda değişiyor. Adora’nın tutuklanmasının ardından, her şey arkamızda kaldı sandığımız ve rahatladığımız bir anda, aslında katilin Amma olduğunu öğrenmemizle Camille gibi izleyici olarak biz de bu keşifle karanlık bir boşluğa düşüyoruz. Hikâyenin son anda halıyı altımızdan çekerek bizi yüz üstü yere düşürmesi, gerçekleri açıklar açıklamaz bitmesi, anlatıcımız Camille’in gözünden hikâyeyi deneyimlediğimiz için olsa gerek. Öfkesini içselleştiren Camille’e göre Amma’nın saldırganlığını dışarıya yönlendirdiğini, kendisi dışında etrafındaki herkese bunu dayattığını son anda anlıyoruz. Arka planda bir bebek eviyle oynarmış gibi herkesi ve her şeyi manipüle ettiğini öğreniyoruz ve (taşlar yerine) dişler yerine oturuyor.
“Don’t tell Momma.”
Amma Crellin
Hikâyenin sonuna gelmiş de olsak, benim geri dönüp son olarak vurgulamam gereken, şahane çekilip kurgulanmış bir sahne var. Camille’in hatıralarında ormanda koşturduğunu, bir grup oğlan tarafından kovalandığını ve bir dalla bir örümceği dürttüğünü görüyoruz. Ekranda herhangi bir şiddet eylemi izlemiyoruz. Fakat bir tecavüz yaşandığı ima ediliyor. İzleyici olarak olup bitenlere karşı kayıtsız hissettiriliyoruz. Deneyimin derinlemesine travmatik olduğunu Camille’in olup bitenleri hatırlayamaması vurguluyor. Bu çekim teknikleri ile bize Camille’in olayı tamamen bastırdığını ve bilincinde yok ettiğini anlatılıyor. Bu, gerçekte hafızamızın çalışma şekli ve travma sonrası stres bozukluğunun deneyimlenişiyle uyumlu olduğu için çok çarpıcıydı. Film, karmaşık psikolojik kavramları görünürde aldatıcı derecede basit yollarla tasvir etmemize olanak tanıyor. Sinemayı bu yüzden büyüleyici buluyorum.
